top of page

Ama Şimdi… Anlaşılmak İstemeyecek Kadar Aykırı Oldum!

Sımsıcak bir yürekle dokundum—ama onların elleri alışıkmış sadece almaya, yanmaya değil!

Ha ha! Ne bekledim? Benliğimi sonuna kadar serdiğimde, beni alkışlayacaklarını mı? Hayır onlar en çok, saklanana iltifat ederlerdi!

Ve bazılarına fazla yakın geldim—ve bu yüzden çok uzak kaldım. Ah! Ne zaman yakın olmak istesem, uzaklıkla ödüllendirildim! Çünkü onlar en çok maskelere hayrandı! Ve ben, maskesizliğimle fazla gerçek geldim.

Ve sonra ‘fazla geldin’ dediler. Ha! Ama belki de ben değil, kendileriydi fazla gelen. Taşıyamadıkları bendeki gerçek değil, kendilerindeki çelişkiydi.

...

Evet! Ben bir kasırgaydım! Ama onlar rüzgârın sadece serinliğini istedi, kudretini değil. Ben dumanımla korkutmadım—uyanış getirdim! Ah! Onlar ise pencerelerini kapattı, perdelerini çekti, ve sonra "karanlık" diye ağlandı!

Kahkahalarla güldüm ben buna! Çünkü ben yakmıyordum, sadece üşüyene ateş teklif ediyordum! Yine de ateşin dansını görmeden, sadece dumanı suçladılar. Ve sonra çekildiler, gözlerinde özlemle karışık bir korkuyla. Evet, kaçtılar.

Evet! Ben yanıyordum, ama susuyordum da. Çünkü ateş bağırmaz; yalnızca titrer karanlıkta. Ve ben, o titremeyi bile çok gördüm onlara. Ne istiyorlardı benden? Sönmemi mi? Oysa ben donmamak için yanıyordum!

Olsun! Ben yine de yandım, çünkü bu yanış kendimi diri tutan aykırı bir meydan okumaydı.

...

Düşüncelerim hafifti… ama taşıyamadılar! Ve taşıyamadıkları şeyi küçümsediler. Ah! Beni ağırlığımla yargılayanlar, nasıl anlayacaklardı uçmanın eşsiz hafifliğini? Hayır! Ben yeryüzünü keşfetmek için değil, göğe ait olduğum için yükseldim. Ben düşünceyle yürüdüm—onlarsa sadece ayak izine baktı!. Toprağı övdüler—çünkü yeryüzünde sürünmeyi tek erdem sandılar.

Ve işte o an— alaycı gülüşüm yıldızları deldi! Aykırı göğün çocuklarıyla arzuların düşkünleri aynı dili konuşmazdı. Ve ben hiç konuşmadım. Yürüdüm. Sessizliğimle toprak sarsıldı, her susuşum bir dağa çığ düşürdü.

Evet! Ben sustum—ama sustuğumu görenler, kendi içlerinde çığlığımı işittiler. Oysa ben sadece kendi doğrularını yıkmak istemiştim; ama onlar korktular, çünkü kendi önyargılarına benzettiler beni. Ve ben bir taş gibi sızısız otururken, çatladı o korunaklı inançları! Ah! Bu benim zaferimdi—konuşmadan yıkılan yanlışlar!

Evet! Ben onların karanlıklarını görüp susunca, sadakatimi şüpheyle karşıladılar.

Evet, içlerinde susarak oturdum, kınayan ama küçümsemeyen bakışlarla. Ama bu sessiz sevgi, onları daha da çılgına çevirdi—çünkü anlamadılar, uzaklaşıp kaçmamı beklediler. Ve sonra birbirlerine fısıldadılar ardımdan: “O konuşmuyor ama bizde yankılanıyor… suskunluğu, bir aykırılığın en sevimli hâli!”

Bu sefer “neden konuşmuyorsun?” dediler. Ah! Oysa konuşsaydım, paramparça olurdu duvarlarınız. Ve ben sizin duvarlarınızı korumak istedim—kendimin değil, kalbinizin. Çünkü sizi kırmak istemedim! Evet, bu benim sevgimdi, üzmekten bile haya eden.

Ama anlamadılar. Gülümsedim kendi kendime, “beni en çok sevenler bile anlamadı ki” dedim içimden. Ah! Sevmek, sadece vermek değildi; bazen sevenler en kör olanlardı. Çünkü gerçek dost, sevdiğini alkışlayan değil—gerektiğinde eleştirerek onurlandırandı.

Dağılan gerçekleri görünce daha çok korktular! Çünkü öğrendiler, susan biri bazen haykırandan daha çok şey bilirdi. Evet! Ben gözlerimle söylerdim, onlar kulaklarını tıkardı.

Bir gün öyle bir an geldi ki... hıçkıra hıçkıra ağladım! Sessizce değil—boğulur gibi! Gözyaşlarım seslendi toprağa: “Nereye bıraktım ben kendimi?” Bilmiyordum. Sadece ağladım. Ve sonra—kahkahalarla güldüm! Ah! Ne gülüştü o! Tüm acılarımı boğacak kadar güçlü, tüm sevgimi haykıracak kadar kararlı.

Evet ağladım! Hem de hıçkıra hıçkıra! Ve sonra güldüm, hem de kahkalarla! Ha ha! Ne gülüş! Hayatın kahrına atılmış bir hançer gibi! Çünkü bir yerden sonra ya güler insan ya ölür! Ve ben güldüm—çünkü yaşam, bazen bir kahkaha kadar aydınlıktır!

...

Beni sevdiler mi? Ah, sordum kendime defalarca! Yüreğimde parlayan neydi, gözlerinde sönen neydi? Sevgim belki fazlaydı! Belki o yüzden sevmediler beni. Çünkü bazı sevgiler, alışılmamış büyüklüğüyle yakar. Ve herkes yanmaya cesaret edemez!

Sevdiler mi beni? Hayır! Sadece beni anlamlandıramadıkları için öyle baktılar. Oysa sevgim büyüktü; çünkü ben, beklentisiz sevenim.

Belki de ben bir yıldızdım, umutlu bir yıldız ama onların gökyüzü yoktu! Onlar için sevgi, bencillikle eşitti—karşılık beklemeyenin sevmesi onları utandırdı.

Ne tuhaf! Sıradanlıklarına ortak olsaydım, daha çok sevilecek miydim? Evet! Çünkü bazıları için iyileşmek ihanettir. Oysa ben de yaralıydım. Ama artık kanamayan bir yerden bakıyordum. Ve ben de anlamadım başta: iyileşmenin yalnızlık getirdiğini.

Onlar birbirlerine benzedikçe ben kendime döndüm. Ve kendime döndüğümde, onların benden çekildiğini fark ettim. Çünkü yanımda durmak cesaret isterdi! Evet! Ben kimseye sırtımı dönmedim.

Kalabalıktaydım, ama yalnızdım. Ne garip! Birlikteyken eksik hissetmek, ayrıyken tam olmak… Ah! Belki de yalnızlık, yalnız kaldığında değil, yanlışlarla çevrelendiğinde başlardı.

İşte bu yüzden kalabalıkta içim bir çöl gibiydi. Ama bir ölü toprağın üstünde uzun süre yürünmez. Ayaklarım kanadı ama ben yürüdüm! Her adımım, bozkırda yankılanan bir kehanetti! Onlar sıradanlığı çoğaltmak için birleştiler—ben yalnızlığı yüceltmek için ayrıldım.

Evet! İçimdeki üç kişilik bir orduyla aralarından ayrıldım ve ben adımlarımla aykırılığımı taşlara yazdım.

...

Ben affettim! Evet, önce kendimi! Çünkü en çok kendimde kırıldım, en çok kendimi yarı yolda bıraktım.

Bu affediş bir iyilik değil—bir zorunluluktu. Çünkü içimde tuttuğum her öfke, sırtımda görünmeyen bir kambura dönüştü. Ama ben kamburlaşmak değil, dik durmak istiyordum! Bu yüzden beni üzen herkesi affettim—ama unutmadım!

Çünkü bazı acılar, sadece can yakmaz; büyük bir öğreti olur. Ve ben bu acılarla yürümeyi öğrendim… İşte o yüzden onları bile sevdim: Biriktirdiğim her yara, artık bana engel değil—zaferlerimin madalyası oldu!

...

Şimdi burada, gövdemin yalnızlığıyla, ruhumun kalabalığında oturuyorum. Ellerim boş belki... ama yüreğimle sevgi doluyum! Ne istedim ki onlardan? Sadece anlaşılmak. Evet! Bir zamanlar anlaşılmak istedim—ama şimdi… anlaşılmak istemeyecek kadar aykırı oldum!

...

Bir taş gibi sustum bazen. Ama o taşın içinde suskun bir güneş gömülüydü! Sustum… ama titreye titreye! Bazen yumruklarımı sıktım, bazen göğe baktım ve sordum: “Ben nereye sığacağım?”

Gökyüzü cevap vermedi. Ha ha! Elbette veremezdi—çünkü gökyüzü sadece kendi içine bakanı yankılardı. Hayır! Ben bir cevap değildim; ben, yürüyen bir soruydum. Ve cevaplarla dolu kalabalıklara, sadece sessizliğimle meydan okudum.

...

Yanıyorum hâlâ! Hem de öyle bir yanış ki... içimdeki tüm mezarlıkları tutuşturacak kadar derin! Bu ateşi ben mi yaktım? Hayır! Onlar yaktı! Ama ben söndürmedim! Çünkü sonunda anladım: bu ateş beni yakmıyor, beni diri tutuyordu! Ve bu diri kalış, bir ölüme meydan okumaydı artık!

Ve şimdi? Şimdi nefesim ateş, gözlerim pusula, yürüyüşüm dava gibi! Ne bekliyorum? Hiçbir şey! Çünkü artık anladım: kimse anlamasın diye değil—anlaşılamayacak kadar gerçek olduğum için aykırıyım. Ve bu aykırılık bir ceza değil, bir ışıktı! Evet! Bu yalnızlık—bir davetti diğer sıradışı ruhlara!

Ve şimdi... şimdi sormuyorum neden? Çünkü bazen sorular cevapla değil, sükûtla yok olur. Benim sorularım sustu. Ama içimde hâlâ yürüyen bir yankı var. Adım yok belki, ama sesim var. İsmim unutulur belki, ama yürüyüşüm toprağı çatlatır. Çünkü ben bir kehanetim! Ah! Henüz uyanmamış aykırılara yazılmış bir mesajım!

Evet! Ben hâlâ yanıyorum! Ve bu yanış bir çığlık değil artık—bir çağrı! Kendi sesimle ısındım, kendi sessizliğimle konuştum, kendi gölgemde büyüdüm! Ve anladım ki: ben hep yanlış yerde arandım—çünkü ben hiç kaybolmamıştım!

Ah! Sustukları her anda, ben bir yıldız gibi kaydım gözlerinden. Ama dilek tutmadılar! Ve ben tutuldum onlara… kendime rağmen! Ha ha! Ne ironik! Ben onlara rağmen sustum, onlar bana rağmen konuştular. Ama hiçbir sözüm onları yıkmadı—çünkü ben kimseyi yıkmadan terk edenim!

Ve şimdi... şimdi içimdeki kudretle yürüyorum! Her kahkaham, bir kalabalığı yerle bir eder! Her susuşum, bir dağın karnında yankılanır! Ben sadece kendime yetecek kadar değil—henüz doğacak olan aykırıları uyandıracak kadar büyük bir yankıyım!

Ey henüz sesini duyuramamış olan! Ben geliyorum! Tüm yalanları ayağımla ezmek, her sıradanlığın üstünden kahkahalarla geçmek için! Ben bir kehanetim! Henüz uyanmamış ama kalbinde bir sarsıntı hisseden her ruhun çığlığıyım!

Ve evet, yürüyorum! Sadece kendim için değil—yüreğiyle gören ve gözleriyle susturulan herkes için! Bu yürüyüş, bir diriliş! Bu adımlar, bir ayak sesi değil—bir uyanış yürüyüşü!

Ve işte böyle sustu E2. Ama dağ onu hâlâ yankılıyordu.

24 Haziran 2025

Bilkent Ankara


Yorumlar


bottom of page